SİLAHLANMA YARIŞI

Serkan Yıldırım, 08.09.2013

Yarış aslında insanoğlunun varlığıyla birlikte başladı. Hiç bir çağ düşünemeyiz ki insanoğlu silaha ihtiyaç duymasın, elindeki silah gücünü artırmaya çalışmasın; fakat malesef yüzyıllardır süregelen bu yarış, son yüzyılda hızını oldukça artırmış durumda. Peki, neden insanoğlu silahından vazgeçemiyor?

Bence Realizm silahlanmanın temelinde yatan faktörü en iyi açıklayan düşünce akımıdır. Realizme göre insan bencil bir varlıktır ve hep kendi çıkarını düşünür. İyi ya da kötü gibi değer yargıları fazla önemli değildir onun için; kar-zarar hesaplamasını yaptıktan sonra eğer sonuç kar ise o işe girer ama sonuç zarar ise o işten kaçar. Bu süreçte toplumsal değer yargıları, ahlak gibi konular önemli değildir realist insanın doğasında. İşte bu noktada insanoğlu neden silahlanmaya başladı sorusunu sorduğumuzda alacağımız cevap elbette kendi iyiliği için olacaktır. Nasıl mı? Realizme göre insan doğuştan bencildir ve bu toplumdaki her birey için böyledir. Yani herkes sadece kendi çıkarını gözetir ve karşısındakine güvenemez. Bu güven eksikliği de silahlanmaya neden olan asıl etkendir.

Thomas Hobbes “İnsan insanın kurdudur” diyerek çok güzel özetlemiş aslında durumu. Her insan kendi çıkarını gözetir; bu da kendisini başkalarının içinde riskli bir pozisyona sokar. Hobbes’un Leviathan adlı kitabında tarif ettiği toplum da tam olarak böyledir. Bir toplumda hiç kimsenin bir diğerine zarar verme düşüncesi olmasa dahi, insanlar arası güven olmadığından herkes kendi çözüm yolunu kendisi bulma yolunu seçer. Bu da önüne geçilemez bir silahlanma yarışını başlatır.

Silahlanma yarışını üniversite yıllarımdan hatırladığım bir benzetme çok güzel anlatmaktadır. Birçoğumuz izlemişizdir “Avatar” adlı filmi. Orada insanoğlu farklı bir gezegene ayak basıyor ve “uzaylı” diyebileceğimiz kendisinden çok farklı bir ırk ile karşılaşıyor. Düşünün ki insanoğlu farklı bir gezegene ilk kez adım attı, orada araştırma yapıyor. En başta yapacağı şey kendisini korumak için yanına en basitinden bıçak gibi bir silah almak ve olası bir kötü durumda kendini korumaktır; ama kesinlikle bir şeye zarar verme düşüncesi yoktur. Bu araştırma sırasında insanoğlunu gören “avatar” ondaki bıçağı farkeder ve kendisine bir tehdit olarak algılayarak kendisi de en basitinden yerden bir taş alır ve silahlanır; ama aynı insan gibi zarar verme düşüncesi yoktur onda da. Bu durum silsile halinde devam eder; avatarın taş aldığını gören insan kendisine saldıracak düşüncesiyle tabancasına sarılır; bunu gören avatar daha büyük bir silah edinir vs. Hiç bir tarafın kötü bir niyeti olmamasına rağmen bu sürecin sonunda varılacak nokta tamaman silahlanmış iki kuvvetin karşılıklı olarak ilk kıvılcımı beklemeleri olacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oldukça hız kazanan nükleer silahlanma yarışının da temelinde aşağı yukarı bu düşünce yatmaktadır. Amerika’nın nükleer silah edinmesini kendisi için tehdit algılayan Sovyetler Birliği de silahlanma yoluna gitmiş; bunu gören Amerika daha fazla silahlanmış; bunu gören Sovyetler Birliği daha da fazla silahlanmış vs... Çaresiz bir şekilde, karşıdakine duyulan güven eksikliğinden dolayı artan silahlanma on yıllarca insanlığın açlık gibi birçok sorununa çözüm olabilecek maddi kaynağın bir daha kullanılmayacak bir silah teknolojisine yatırılmasına neden olmuştur. Hiroşima ve Nagazaki, tarihteki ilk ve son nükleer silah kullanımı olmuş; o tarihten günümüze nükleere yapılan yatırım kat be kat artsa da bir daha kullanılmamıştır.

Bu durumun nedeni de nükleer silahların caydırıcılık etkisidir. İki okçunun karşılıklı olarak oklarını birbirlerine doğrulttukları bir durumu hayal edin... İkisinden birisi okunu fırlattığı an diğeri de bunu görerek okunu fırlatacak ve sonuç kaçınılmaz olarak ikisinin de sonu olacaktır. Soğuk Savaş süresince artarak nükleer silaha yatırım yapan Amerika ve Sovyetler Birliği’nin durumu da aynen bu iki okçuya benzemektedir. İkisinden herhangi birisi fırlatma düğmesine bastığı an diğer tarafın yapabileceği tek şey kendi füzesinin fırlatma düğmesine basmak olacaktır; bu durumun da kaçınılmaz sonu iki tarafında yıkımı olacaktır. İşte bu nedenle bir caydırıcılık etkisi ortaya çıkmakta ve hiç bir taraf ilk ateş eden olmak istememektedir. Bu durum tüm devletler tarafından açıkça biliniyor olsa da en başta bahsettiğim bencil insan doğası gibi devletler de bencil düşünüyorlar ve silahlanmaktan vazgeçemiyorlar. Realizm bu noktada haklı olduğunu kanıtlıyor bence: iyi niyet ile yarıştan çekilenin diğerinin gazabına uğrama ihtimali çok yüksek.

Günümüzde uluslararası hukukun gelişmesiyle daha bağlayıcı hukuk kuralları oluşturularak uluslararası toplum beli noktalarda hemfikir olsa da insanın doğası gibi devletlerin de bencil doğası ilk açıkta iyi niyeti suistimal etmeye hazır durumdadır bence. Her devlet de bunun bilincinde olduğundan bu yarıştan çekilme fikrine yanaşmamaktadır. Dünyayı nükleer felaketin eşiğine getiren 1962 Küba Füze Krizi de bu yarışın bir sonucu olarak yaşanmıştır. Her ne kadar farklı bakış açıları uluslararası ilişkilerde varlığını sürdürse de Realizm bunların arasında en sağlam olanı olarak durmaktadır. Silahlanma yarışının günümüzde hala hızlı bir şekilde devam etmesi; bir çok insanın açlıktan, hastalıktan öldüğü bir dünyada trilyonlarca doların silanlanma yarışına harcanması bunun en açık ispatıdır. Umarım insanlık, temeline insanın iyi bir varlık olduğu düşüncesini alan Liberalizm’den de yeteri kadar nasibini alır ve gelecek tüm insanlık için daha yaşanası bir dünya getirir.