İDEALİZM Mİ, REALİZM Mİ?

Serkan Yıldırım, 13.08.2013

Uluslararası İlişkiler, her ne kadar son yüzyılda kendisini bir bilim olarak ortaya koymaya başladıysa da tarihçesi milattan önceki zamanlara, Antik Yunan’a kadar uzanmaktadır aslında. Bu ortaya çıkış da uluslararası ilişkilerin en sağlam teorisi olan Realizmin ortaya çıkışıyla birlikte olmuştur. Buna son yüzyılda ortaya çıkan liberalizmin etkisindeki İdealizmin de katılmasıyla uluslararası ilişkiler de bir bilim olarak rekabet ortamında gelişmeye başlamıştır.

Antik Yunan’da, tarihçi Tukididis, Sparta ile Atina şehir devletlerinin arasında yaşanan Pelopenez Savaşı’nı anlattığı çalışmasıyla realist bakış açısının doğmasına vesile olmuştur. Olanı olduğu gibi anlatma gayesinde olan realizm, Tukididis’in tam olarak da yaptığı şeydir: Pelopenez Savaşı’nda yaşananlar olduğu gibi aktarılmıştır. Daha önce hiç bir şekilde ilişki içerisinde bulunmayan iki şehir devletinin “savaş” yolu ile münasebetini anlatmıştır Tukididis. Uzun yıllar realizmin etkisinde gelişen uluslararası ilişkilerin temel konusu hep savaş olmuştur. Savaşlarda başarılı olan hükümdarlar, padişahlar, başarılı yöneticiler olarak görülmüştür. Günümüz ile karşılaştırdığımızda durumun en ilginç tarafında savaş olgusunun oldukça normal bir olgu olmasıdır. Bir diğer anlamla savaş ve şiddet, hayatın, özellikle de uluslararası ilişkilerin olmazsa olmaz bir parçası olarak görülmüştür.

Realizm de güç odaklı bir bakış açısı olduğundan, savaş konusunun yıllar boyunca uluslararası ilişkilerin temelinde kalması oldukça normal görünmektedir. Ancak 20.yüzyıla gelindiğinde bu durum sorgulanmaya başlanmış; bu sorgulamaya neden olan olay da Birinci Dünya Savaşı olmuştur. O tarihe kadar normal olarak görülen savaşlar, Birinci Dünya Savaşı’nda insanlığın yaşadığı yıkımdan sonra mentalite farklılaşmasına neden olmuş ve savaşın aslında normal olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. “Savaşların yerini barış alabilir mi? Sorunlarımızı barış yolu ile çözebilir miyiz?” soruları sıkça duyulmaya başlanmıştır.

Tüm bu mentalite değişikliğine sebep olan fikir akımı da liberalizm altında filizlenen idealizmdir. İdealizm, dönemin Amerika Başkanı Woodrow Wilson’un savaş sonunda ortaya koyduğu ilkelerden doğmuştur. Gizli diplomasinin yerine açık diplomasi, Cemiyet-i Akvam’ın (Milletler Cemiyeti) kurulması önerileri idealizmin önde gelen belirtileridir. İdealizm sorunların savaşlar ile değil, ortak fikir alışverişleriyle; toplumların ve devletlerin bir araya gelip münazara etmeleriyle çözülebileceğine olan inanç üzerine kuruludur. O dönemin şartlarına baktığımızda da gerçekten bir idealdir aslında çünkü ulaşılması o dönem için oldukça zor görünmektedir ki, zaten de istenilen amaçlara tam anlamıyla ulaşmak hiç bir zaman mümkün olmamıştır. 1929’da yaşanan Büyük Buhran ve Milletler Cemiyeti’nin başarısızlıklarla sonuçlanan barış çabaları, idealizme olan sınırlı inancı da ortadan kaldırmaya yetmiştir. Tüm dünyada hiperenflasyonların yaşandığı ve insanların yokluktan boş dükkanların önünde uzun kuyruklar oluşturduğu bu dönemde barış fikrinin sağlanmasının zor olduğu kolayca kabul edilir bir durum olmaktadır. Aslında Amerika’nın kendisinin kurulmasını teklif ettiği Milletler Cemiyeti’ne üye olmaması, Amerika’nın bile İdealizm’e olan inancının ne kadar şüpheli olduğunun bir göstergesidir.  İdealizmin başarısız olduğu bu dönemde realist etki tekrar ortaya çıkmış, dünya tekrardan güç odaklı bir uluslararası ilişkiler ortamına bürünmüş ve İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz olmuştur.

Realizmin tekrardan hakim olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra idealizm ile realizm kavgası günümüze kadar süregelmiştir. Savaş sonrası dönemde Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin kurulması idealizmin yeniden doğuşu olarak algılansa da, Soğuk Savaş döneminde yaşanan nükleer silahlanma yarışı realizmin aslında hiçbir zaman unutulamayacağını göstermiştir. İdealizm ile realizmin kavgası aslında günümüze kadar olan süreçte hiç bir zaman bir tarafın galibiyetiyle sonuçlanmamıştır. Şu an dünyaya baktığımızda, İdealizm’in üstün olduğunu düşünebiliriz. Dünya’da barışı sağlamaya yönelik uluslararası anlamda büyük ölçekli çabaları görmek mümkün; ancak farklı bir gözle dünyaya tekrardan baktığımızda da realizmin en baştan beri var olduğu gibi günümüzde de hala etkisini eksiksiz sürdürdüğü bir gerçektir. Var olan gerçek, güç mücadelesinin ortadan kalkmadığı, sadece farklı bir şekle büründüğüdür. Sadece askeri güç değil, artık günümüzde sosyal, kültürel, ekonomik, …vs. birçok alanda uluslararasında güç mücadelesi devam etmektedir. İnsanın bencil ve kötü ruhlu olduğu inancı üzerine kurulan realizm, devletlerin de insan gibi bencil olduklarını ve her daim kendi menfaatleri doğrultusunda aksiyon alacaklarını söylemektedir. Bu durumu inkar etmek sanırım ki günümüz dünyasında   herkes için oldukça zordur.

Şundan emin olabiliriz ki gelecekte realizm etkisini yitirmeyecek, yani güç mücadelesi farklı şekillerde daima var olmaya devam edecektir. Ancak bu barışçıl yollara olan inancı köreltmemeli, barışçıl ve daha güzel bir dünya için tüm toplumlar çalışmaya ve inanmaya devam etmelidirler. İşte idealizm de varlık sebebini her zaman bu inanca borçlu olacaktır...