KRİZİN ASIL NEDENİ EKSİK BÜTÜNLEŞME Mİ?

Emin Çobangüç, 17.07.2013

O zamanki adıyla Avrupa Topluluğu’nda, ortak para birimi fikri, ilk kez 1970 yılında Werner Raporu’nda gündeme getirildi. 1970’lerde yaşanan küresel ekonomik krizin Avrupa’yı da vurması sonucu, entegrasyon sürecinin neredeyse durma noktasına gelmesi üzerine rafa kalkan konu, ancak 1980’lerin ikinci yarısında, Tek Pazar ile ivme kazanabildi. Tek Pazar’ın hedeflerinden biri olan Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB) kurulmasına yönelik çalışmalar ise, 1988 yılında, daha sonra Komisyon Başkanı olan Jacques Delors yönetiminde kurulan bir komite tarafından başlatıldı. Bu çalışmalar sonucunda parasal birliğin kurulması amacıyla üç aşamalı bir plan benimsendi. Planın ilk aşaması olan sermayenin serbest dolaşımı, Temmuz 1990’da sağlandı. Bu aşamanın ardından, Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması ise, EPB’nin kurulmasına ilişkin temel prensipleri ve üye ülkelerin EPB’ye geçiş için uymakla yükümlü oldukları kriterleri (Maastricht Kriterleri) tanımladı. Antlaşma’nın öngördüğü üzere, ikinci aşamaya, Avrupa Para Enstitüsünün (APE) Frankfurt’ta kurulmasıyla 1994 yılında geçildi.

*Maastricht Kriterleri:

APE’nin temel işlevi, EPB’nin üçüncü aşamasına başarılı biçimde geçiş sağlamak ve Euro’nun tek para olarak benimsenmesine dek olan süreçte, Avrupa Para Sistemi’nin işleyişini denetlemekti. Aynı dönemde, parasal birliğe ilk safhada katılmayacak üye ülkelerin ulusal paralarıyla Euro arasındaki kur ilişkilerini yürütmek üzere Avrupa Para Sistemi de kuruldu. EBP’nin üçüncü aşamasına geçiş sürecinde, Avrupa Para Enstitüsü kaldırılarak, Haziran 1998’de Avrupa Merkez Bankası kuruldu.  AB’nin para politikasını uygulamakla görevli olan AMB’nin temel işlevi, üye ülkelerin merkez bankalarından oluşan sistemi yönetmek, bu sistem içinde kambiyo işlemlerini gerçekleştirmek, üye devletlerin rezervlerini korumak ve işletmek, para hacmini yönlendirmek ve ödemeler sistemlerinin etkin çalışmasını sağlamak olarak tanımlandı.  1 Ocak 1999’da geçilen üçüncü aşamayla birlikte kaydi olarak kullanılmaya başlanan Euro, 1 Ocak 2002 tarihinde ise fiili olarak dolaşıma girdi.

AB Ülkelerinin Euro’ya Geçiş Tarihleri

Günümüzde ağır bir ekonomik krizin içerisinde bulunan Yunanistan, aslında Euro’yu ilk kullanan ülkeler arasında yer almıyordu. 1998 yılında yapılan değerlendirmede Maastricht kriterlerini yerine getiremeyen Yunanistan, 2000 yılında Komisyon’dan yeniden değerlendirme talep etmiş ve Komisyon’un olumlu görüş vermesi üzerine, 2001 yılında üçüncü aşamaya geçebilmişti. Bu süreçte, Euro bölgesine katılmak için hevesli olan Yunanistan gibi ülkelerin yanı sıra, Euro alanının dışında kalmayı tercih eden İngiltere, İsveç ve Danimarka gibi ülkeleri de görüyoruz. Her ne kadar Maastricht kriterlerinin, geçiş dönemindeki ekonomiler için olumlu olup olmadığı halen tartışılsa da, 2004 yılındaki genişleme ile AB’ye katılan yeni üyelerden bazıları da, söz konusu kriterleri yerine getirerek Euro bölgesine dahil oldular. Bugünlerde adı neredeyse kriz ile eşanlamlı kullanılan Euro’nun tarihini, kısaca bu şekilde özetlemek mümkün.

Avrupa Merkez Bankası’nın Siyasi Tercihi

 EPB’de uygulanacak para politikası araçlarını belirleyen AMB, küresel finansal kriz, Euro bölgesinde etkili olmaya başlayınca, öncelikle zor durumda olan finans kurumlarını ve bankaları kurtarmayı tercih etti. ABD’de, FED, resesyonun derinleşmesinden endişelenerek, büyüme kaygısı ile faiz indirimine giderken, enflasyon karşıtı politikaların hakimiyeti altındaki AMB böyle bir girişimde bulunmadı. Bu tutumun kimin çıkarına olduğu, AMB’nin gerçekten iddia edildiği gibi tarafsız davranıp davranmadığı halen tartışılan bir konu. AMB, kuruluş aşamasında siyasi otoritelerden bağımsız bir yapıda tasarlanmış, Euro bölgesine katılmak isteyen ülkelere de, ulusal merkez bankalarını bağımsızlığa kavuşturmaları şartı getirilmişti. Bunun temel nedeni, siyasi otoritelerin kısa vadeli kolaylıklar uğruna, uzun vadede ülkeye zarar verecek enflasyonist para politikaları uygulamalarını engellemekti. AMB’nin krizin başında takındığı tutum ise siyasi otorite bağımsızlığının ideolojik tarafsızlık anlamına gelmediği tespitini doğru çıkaracak yöndeydi. Bu görüşü savunan ve AMB’nin, enflasyon yaratma endişesi ile faiz indirimine gitmemesini, ekonomik büyümeyi önemsemediğinin bir göstergesi olarak yorumlayanlar, AMB’nin uyguladığı politikanın, Euro bölgesinde yer alan ve zaten zor durumdaki küçük ekonomiler için durumu daha da güçleştirdiği yönündeki eleştirilerini bugün de sürdürüyorlar.

Asıl Neden, Eksik Bütünleşme

Euro bölgesinde yaşanan bu sorunların nedeni olarak genelde iki yaklaşım öne sürülüyor. Bunlardan birincisi, Euro kullanan ülkelerin parasal birliğin yapısından dolayı, ulusal döviz kuru ve para politika araçlarından yoksun olmaları ve bunun kriz karşısında kendi çözümlerini geliştirmelerine engel olması. İkinci yaklaşım ise kurulan parasal birliğin mali birlik ile desteklenmemesi sonucu bütünleşmenin ekonomik birlik boyutuna geçemediği, bu durumdan kaynaklanan sorunların Euro bölgesi krizinin temelini oluşturduğu yönünde. Bugünkü kriz, çoğu akademisyen tarafından 1929’da yaşanan Büyük Buhran’dan bu yana karşılaşılan en büyük kriz olarak nitelendiriliyor. Böylesi büyük bir krizle ulusal çapta geliştirilen politikalarla mücadele etme fikrinin pek de gerçekçi olmadığının en temel göstergelerinden biri, AB üyesi olmayan, Euro bölgesinde yer almayan, dolayısıyla ulusal döviz kuru ve para politika araçlarına sahip olan İzlanda ekonomisinin, krizle mücadeledeki başarısızlığı, hatta çökme noktasına gelmesi.

EPB’nin yapısal açıdan sorunlu ve eksik olduğu iddiası ise krizin nedenleriyle ilgili bir diğer yaklaşım. Parasal birliğin eksik olduğu iddiası optimum para teorisi (OPA) ile açıklanıyor. Bu teoriye göre yeterli derecede bütünleşmiş ekonomilerin ortak para birimi kullanması, sağladığı yararlar ve maliyetlerin azalması nedeniyle optimum çözüm. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, ekonomilerin yeterli derecede bütünleşmiş olması gereği. Yeterli derecede bütünleşme ölçütleri içerisinde öne çıkan iki nokta, Euro bölgesinde yaşanan krizin nedenlerinin anlaşılmasına yardımcı olabilir. Mali birlik ölçütü ortak para birimini kullanan ülkelerin mali külfetleri paylaşması, gerektiğinde ülkelerarası mali transferler yapılması gibi tedbirlerin uygulanabilmesi için gerekiyor. Diğer bir ölçüt ise dayanışma. Maalesef son yaşanan kriz, Euro bölgesi ülkelerinde dayanışma duygusunun çok gelişmiş olmadığını gösterdi. Almanya ve Fransa gibi ülkeler, kriz Yunanistan ve İrlanda’yı etkilemeye başladığında hemen yardım etmektense, krizin diğer ülkelere yayılma riski ortaya çıktığında destek vermeyi tercih ettiler. Parasal birlikte karşılanmayan bu iki unsur, aslında yaşanan krizin doğrudan bütünleşmenin kendisiyle ilgili olduğunu gösteriyor.

Süregelen Çekişme

Krizin ortaya çıkışından bu yana  “Yeni Avrupa” gerekliliğinin altı çizilerek EPB’nin yeterli olmadığını, bunun siyasal birlik boyutuna taşınması gerektiğini belirtilerek yaşanan sorunların Avrupa bütünleşmesi ile doğrudan ilgili olduğu defalarca teyit edildi. Ortak para birimine geçiş kararının, zamanından önce alınan siyasi nitelikli bir karar olması, Avrupa bütünleşmesi tarihinde süregelen  “hükümetler arası yaklaşım” ve “ulus üstü yaklaşım” arasındaki gerilimi yansıtması açısından önemli. Yazının başında da belirtildiği gibi 1970’lerde yaşanan küresel kriz bütünleşmeyi neredeyse fiilen durdurmuş, 1980’lerin ikinci yarısı itibariyle Tek Pazar fikri öne sürülerek bütünleşme ivme kazanmış ve bunun sonunda EPB gündeme gelmişti. EPB’nin kurulması ilk olarak Avrupa bütünleşmesinde “ulusüstü yaklaşım” savunucuları için bir zafer olarak görülebilir. Tamamı olmasa bile, üye devletler, bir araya gelerek, en önemli ulusal sembollerden biri olan milli para birimlerinden vazgeçmiş ve ortak para politikası uygulamaya karar vermişlerdi. Parasal birliği savunan Avrupalı politikacılar, bunun sadece ekonomik bütünleşme yönünde bir adım değil, Avrupa’da siyasal birlik sağlama yolunda önemli bir mihenk taşı olduğunu ve bütünleşmenin ilerleyen yıllarda daha da derinleşeceğini öngörüyorlardı.

Ancak, aynı tarihlerde Milton Friedman gibi parasal birliğin başarısızlığa mahkûm olduğunu düşünenlere de rastlamak mümkün. Bu tür düşüncelerin temelinde aslında “hükümetlerarası yaklaşım” taraftarlarının başarısı ya da etkisi yatıyor. Hükümetlerarası yaklaşım, Avrupa bütünleşmesinin ulusal egemenliklere mümkün olduğu kadar az dokunarak, daha çok ekonomik alanda ilerlemesini savunuyor. Bu yaklaşımın Avrupa bütünleşmesine bakışını “ortak ideallerin vücut bulduğu Avrupa” hedefi değil, ülkelerin kendileri için avantaj sağlayacak alanlarda işbirliğine gitmesi oluşturuyor. Soğuk savaş sonrası, finansal küreselleşmenin etkilerinden sakınma kaygısındaki ülkeler, para politikaları üzerinde etkili olmanın yolunun, milli para birimlerini ve politikalarını AB’nin ulusüstü alanına transfer etmek olduğunu düşünüyorlardı. EPB’in kurulması aşamasında mali birliğin bütünleşmeye dahil edilmeyişi “hükümetlerarası yaklaşım”ın öngördüğü bütünleşmenin, ülkelere avantaj sağlayacak alanlarda olması gerçeğine işaret ediyor.

Fransa ve İtalya, parasal birliğin kurulması fikrine üzerlerindeki enflasyonist baskının azalması ve kredibilitelerinin artması isteğiyle destek veriyordu. Komisyon ise parasal birliğin gerçekleşmesinde en güçlü para birimine sahip olması nedeniyle önemli role sahip olan Almanya’nın ve dolayısıyla Bundesbank’ın tarihsel enflasyon karşıtı politikalarını parasal birliğin merkezine koyarak, tarafların kesişen çıkarlarını bir araya getirmekte başarılı oluyordu. Maastricht kriterlerinin mevcut hali EPB’in merkezini enflasyon karşıtı politikalar çerçevesinde yerleştiriliyor. Almanya’nın onayı EPB açısından hayati önem taşıdığından, kimse kriterlerin bu yönde şekillenmesinin meşruiyetini tartışmaya dahi açamıyordu. Ancak, günümüzde Maastricht kriterlerinin meşruiyeti; bu kriterlerin Bundesbank’ın Almanya’nın birleşmesi sonrası politikalarını yansıtıp yansıtmadığı ve ekonomik büyüme önünde engel olup olmadığı soruları üzerinden tartışılıyor.

Daha Güçlü Bir Entegrasyon mu, Yol Ayrımı mı?

Diğer yandan, yaşanan krizin ortaya koyduğu gerçeklere rağmen, bazılarının mali birliği “bir üye ülke harcamalarının diğer ülke vergi mükellefleri tarafından karşılanması” olarak nitelendirilmesi, “hükümetlerarası yaklaşım”ın aslında günümüzde de ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Bu zihniyetin etkin olması ortak bir Avrupa aidiyeti ve kimliği oluşması önündeki en büyük engeli yaratırken, dayanışma duygusunun eksikliğinin de önemli bir nedeni olarak beliriyor.

Sonuç olarak, EPB’nin kuruluş aşamasında ileri düzeyde bütünleşmeden kaçınıp, mali birlik EPB’ye dahil edilmemiş ve ilerleyen tarihlerde de dayanışma duygusunu oluşturacak ortak Avrupa bilinci ve aidiyetinin yaratılması başarılamamıştı. Bu iki etken, kriz anında herkesin kendi başının çaresine baktığı mevcut durumu yarattı. Yaşanan süreç “ulusüstü yaklaşım”dan ziyade, “hükümetlerarası yaklaşım”ın tespitlerini doğruluyor. Ancak çözüm tartışmalarında büyük çoğunluk, sorunun çözümünü daha derin bütünleşmede; mali ve siyasi birlikte görüyor. Yaşanan krizin bütenleşmeyi bir sonraki aşamaya mı taşıyacağı, yoksa en büyük başarılarından biri olan parasal birlikten bazı üyelerin ayrılmasına mı yol açacağı hala netlik kazanmış değil.